İLGİNÇ ZAMANLARDA!..

         Onlar kişilikleri yok edilmek istenen asil ve yiğit adamlar idiler;ama maaş cüzdanları, sağlık karneleri, özlük hakları, iyi adları ellerinden alınmış ve toplum vicdanından kimlikleri silinmişti. Buna karşın kişilikleri delikanlı gibi yerli yerinde duruyordu ve onurlarını hiç yitirmediler. Omuzlarından demir yıldızları alanlar, alınlarında masumiyetin yıldız yıldız parladığını ne yazık ki göremediler.

         Gel zaman ,git zaman… Yüreklerinin derinlerindeki yangın asla sönmedi,söndürelemedi,söndürülmesine müsaade edilemedi.İlginç zamanlardı ve onlar kurbanlık koçlar misali ilginç zamanlara boyun eğdiler.Büyük sineklerin delip geçtiği kirli örümcek ağına onlar,küçük sinekler gibi takılıp kaldılar.

          Aradan geçen bunca yıl sonra, gerçek bir darbe ile postmodern darbe arasına sıkışmış askerlik hayatımı gözden geçirir ve bu satırları yazarken, dönüp geriye baktığımda, ne acı hissediyorum, ne hüzün… Sadece bir duygusuzluk ve kaybedilmiş uzun yılların boşluğu. 12 Eylül ile 28 Şubat arasında kalmış iç burkan bir boşluk… Hatırlarken unutmak istenilen,unutuldukça hatıralarla dolup gelen… Çünkü zaman olur, her şey dengededir de , zaman olur adımlar çekinerek atılır ve hangi yöne gidileceği kestirilmez…Yanlış adımların çığ gibi felaketlere yol açtığı bir zamanda, ne o çığdan, ne o çığın altında kalanlardan kimsenin haberdar olmak istemiyişi ve bu yüzden onları arayıp sormayı unuttukları bir sürecin sessizliği, suskunluğu ve lirizmidir bu.

                                                     

          Elinizdeki kitapta on beş yıllık askerlik hayatımı on beş bölüm halinde sizlere sundum.Bir öncesi ve bir de sonrası ile birlikte. Eğer şahsımla ilgili askerî ve sivil istihbarat raporları elimde bulunsaydı veya bu kitabı benim yerime bir istihbaratçı yazmış olsaydı, büyük olasılıkla farklı bir metin ortaya çıkmazdı. Belki en büyük fark, bana isnat edilen ama hiç bilmediğim binlerce düzmece rapor, bir uydurma belge, bir yalan, bir iftiranın daha bu metinde yer alması olurdu.Hislerimi birkaç kez filtreden geçirdikten sonra bu satırları yazdığımdan emin olunabileceğini,her iki taraf için de olaylara mantıklı bakmaya çalıştığımı alın açıklığıyla söyleyebilirim.Kitabımı okuyanlar,anılarımı yazarken takındığım mücadele tavrının asla bir kurum ile değil, kurumun gücünü ve ideolojisini arkasına alarak kişisel çıkarlar gözetenlere karşı olduğunu göreceklerdir. Tarihe belge bırakmak isteyen her insan gibi ben de "öteki"ni anlamaya azami gayret ettim ve hatalarımı açıkça söylemekten çekinmedim. Yine de yazdıklarım şahsî fikir ve kanaatlerimdir, ama acısının binlerce yüreği aynı biçimde yaktığını size söyleyebilirim.

           Dönüp geriye baktığımda özet cümlem şu olabilir:

          "Çok şükür ki mazlum oldum, zulmeden olmadım!…"

                İSKENDER PALA‘nın yeni kitabı İKİ DARBE ARASINDA-iLGİNÇ ZAMANLARDA 3 Şubat’tan itibaren tüm kitapçılarda.

                                          

Kitaplar içinde yayınlandı | 1 Yorum

Kalkın ey aşıklar, göklere dogru yükselelim! Dilsiz, dudaksız gönüllerimizden birbirimize seslenelim.

               Divan-ı Kebir’den Seçmeler…

* Kalkın ey aşıklar, göklere dogru yükselelim! Şu yaşadığımız dünyayı gördük anladık, bir de gideceğimiz o dünyaya
varalım.
• Hayır, hayır şu iki dünya bahçesi de güzel, ikisi de hoş. Biz, bu ikisinden de hem dünya bahçesinden, hem de ahiret
bahçesinden vazgeçelim de, bahçıvanı arayalım, bulalım, ona dogru gidelim.
• Daglardan koşup gelen sel gibi secdeler ederek, basımızı taştan taşa vurarak, denize kadar gidelim. Denize
kavuştuktan sonra da, üstündeki köpükler gibi, el çırpa çırpa koşalım, yürüyelim.
• Şu kederlerle dolu alemden, bu yas aleminden düğün dernek alemine, neşe alemine sefer edelim. Yüzleri sarartan
bu ızdırap dünyasından uzaklasalım da, yüzümüze kan gelsin, can gelsin.
• Alçalma, insanlığımızı kaybetme korkusundan yaprak gibi, dal gibi titreyerek, yüregimiz çarparak aman yurduna,
kurtuluş yurduna varalım.
• Zaten gurbetteyiz. Dertlerden, kederlerden kurtulmamıza bir çare yoktur. Toprak yurdunda yola düşmüşüz. Günah
tozlarından silkinip kalkmamız mümkün degil!
• Şu dünyada gördügümüz güzellikler, şekiller, suretler kendisini gizleyen, büyük bir sanatkarın, bir ressamın varlıgını
ispat etmektedir. Biz kem gözden gizli, izi belirmeyen ressama varalım.
• İnsanlık yolu, hakîkat yolu belalarla dolu bir yoldur. Fakat yol gösterenimiz aşk oldugu için bizim korkumuz yok!
Çünkü aşk, bu yolda nasıl gidecegimizi bize öğretiyor. Yusuf’un sevdasıyla,
• Canımızı dünya sevgisinden, nefsin isteklerinden temizleyelim, bir ayna haline getirelim de Yusuf’un eşsiz güzelliğine
bir armağanla gidelim.
(c.III, 1713)

   Dilsiz, dudaksız gönüllerimizden birbirimize seslenelim.
• Gel de, birbirimizle candan konuşalım, kulaklardan, gözlerden gizli olarak söyleşelim!
• Gül bahçesi gibi dudaksız, dişsiz gülelim, düşünce gibi dudaksız, dilsiz görüşelim!
• Akl-ı evvel mertebesinde Hakk’ın varlıgının idraki içinde, dünyanın sırrını ağzımız kapalı olarak ta sonuna kadar
söyleyelim!
• Hiç kimse, kendi kendisiyle apaçık sesle konuşmaz. Mademki hepimiz biriz, dilsiz, dudaksız gönüllerimizden
birbirimize seslenelim!
• Sen, nasıl olur da eline tut dersin? O, el senin midir? Mademki elimiz bir ellerimizin de bir oldugundan bahsedelim.
• El, ayak gönlün hareketini bilir, dilimiz susarak, gönlümüz titreyerek söyleşelim.
(c. III, 1540)

                       MEVLANA
    
    Şefik Can – Divan-ı Kebir’den seçmeler…

Kitaplar içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İskender Pala: Varlığa düştük varlığımızı unuttuk!..


 Yazar İskender Pala "Yunus Emre’nin "Bunca varlık var iken
gitmez gönül darlığı" dizesi beni yüreğimden vurur. Varlığa düştük var
olduğumuzu unuttuk. İçimize yapacağımız yolculuğu ihmâl ettik. Eskiden
"gülümse, paylaş, dostluk kur" gibi telkinler yapılırken bu gün "tut,
kopar, çek al" gibi toplumu sömürmek üzerine telkinler yapılıyor" dedi.

Bayram, ilâhî bir hediye olarak karşımızda duruyor.
Onu anlamak, kavramak, yaşamak belli bir bilgi ve duygu gerektiriyor.
Bayramı yaşamak için ruhumuzu, zihnimizi, kalbimizi hazırlamalı, onu
doyasıya yaşamaya, hissetmeye çalışmalıyız. Biz de bu hafta divan
şiirleri araştırmalarıyla tanınan, aşk ve tasavvuf üzerine kalem
oynatan yazar İskender Pala ile eski bayramlar ve değişen bizler
üzerine konuştuk…

Divan şiirleriyle ve eski edebiyatımızla ilgilenen biri olarak tarihte bayramlar nasıldı?

Divan edebiyatı bizim kültürümüzün geçmişiyle ilgili ip
uçları içerir. Bayrama dair söylenmiş şiirler ve beyitlerden yola
çıkarak tarih araştırması yapıldığında şairlerin bayramı gördükleri
tarz ile insanların yaşadıkları tarz arasında birkaç teşbih ve hayâl
dışında fark olmadığını görürsünüz. Divanlara bakıldığında insanların
dinî yükümlülükleri yerine getirirken biraz daha coşkulu olduğu
söylenebilir. Bayrama özel hazırlıklar devletin resmî kanallarıyla
halka tevdi edilirdi. Bunlar içinde Sultan’ın bayram namazını nerede
kılacağı, halkı nerede selamlayacağı gibi hususlar vardı. Bu ilân
İstanbul’un çevre yerleşimleri olan Üsküdar, Beylerbeyi, Çengelköy,
Bakırköy gibi yelere de iletilirdi. Bunların yanında bayramlıkların ve
bayram hediyelerinin kaça satılacağı, pazarların nerelerde kurulacağı
yine devlet tarafından tayin edilirdi.

Devlet bizatihi bu kadar bayramın içindeydi öyle mi?

Evet. Mesela Üsküdar meydanında bayram eğlenceleri için
düzenlemeler yapılırdı. Atlı karıncalar, salıncaklar, cambazlar gelir,
acayip hayvanları gösterecek insanlar her taraftan sökün ederdi. Her
mahallenin bayramlaşma günü duyurulur, o gün kimse evini terk edip
gitmezdi. Çünkü insanlar büyüklerin ellerini öpmek için mevsimine göre
terleyip ya da üşüyerek gelirdi. Çoluk çocuk geldiğinizde kapı duvar
bulmamanız için mahallenin kabul günleri olurdu.

Herkes birbirini tanıyordu değil mi?

Eskiden toplum birbirine omuz vermiş bir istinatgâhta yek
vücut, cemaat olarak yaşardık. Şimdi kalabalıklar içinde yalnız
yaşıyoruz. Eskiden sokaklarda on, onbeş ev olurdu ve sokağın itibarı ve
statüsü insanlar için çok önemliydi. Herkes birbirini tanırdı.
Dolayısıyla sizin falanca yerden gelmiş tanıdığınız girecek bir kapı
bulurdu. Bugün olduğu gibi eskiden de şehri tanımayanlar için şehri
keşif yolculuğu olurdu. İnsanlar deniz kenarlarına, Sultanahmet
Camii’ne ziyaretlerde bulunurdu. Bayramlarda büyükleri ziyaret sadece
canlılarla sınırlı değildir. Şehrin büyükleri ve herkes bağlı olduğu
büyük zatların kabirlerini ziyaret ederlerdi. Bugünkü gibi seküler bir
toplum değildik.

Ya çocuklar?

Çocukları alıştıkları hayatın dışında renkli bir hayat
beklerdi. Salıncaklara binecekler, acayip hayvanları göreceklerdi. Eyüp
oyuncakçıları iki bayrama özel oyuncaklar üretirlerdi. Oyuncaklar moda
olur şehrin bütün sokaklarında çocuklar bunlarla eğlenirlerdi. Bir
çocuğun bu oyuncağa sahip olmaması gönül yapmayı beraberinde getirirdi.

Az önce bu kadar seküler değildik deyince bayram ve tatil aklıma geldi…

Bayram evde oturularak olur. Bunun yanında insanların içinde
bulundukları şehrin materyalist çemberinden kurtulmak için sakin ve
tabiî bir yere gitmek istemelerini anlamamak mümkün değil. Son
zamanlarda aileye vurgu yapan reklamlar insanları eve bağlar duruma
geldi diye düşünüyorum.

Şehrin materyalist çemberini ailemiz ve dostlarımızın muhabbetiyle bayram buluşmalarında kıramaz mıyız?

Toplum insicamını, cemaat ruhunu kaybedip tekil hayatlar
yaşamaya başlayınca kendimize göre eğlenme, dinlenme, hayat sürme
anlayışına itildik. Artık mahallelerin halk evleri yok, camide
birbirini tanıyan insanların nüfusa oranı yüzde iki ya da üç, eskisi
gibi mahalleyi bir arada tutacak mahallenin hamisi de yok. Eskiden
mahallenin zenginleri bakkalları bir bir dolaşır borcunu
ödeyemeyenlerin hesaplarını kapatırdı. İhtiyaç sahibi aileler Arefe
günü kapılarında hediye paketleri bulurlardı. Mahalleyi destekleyen ve
neredeyse sorunsuz hâle getiren cemaat anlayışı şimdi yerini birbirini
tanımayan apartman kültürüne bıraktı. Bu kadar kopuk hayatlar yaşayınca
bayramın arkadaşlarla buluşmaya vesile olma anlayışı geride kalıyor.

Başkalarını mutlu etmekten mutlu olmayı da unuttuk galiba…

Bu bir seciye, anlayıştı. Eskiden dudağı bükülmüş, yüzünde
hafif hüzün dolaşan, başını eğmiş kimseyle konuşmayan, dalıp dalıp
giden birini gördüğümüzde elimizi omuzuna atar “Gerçi tanışmıyoruz ama
yardım edebileceğim bir şey varsa söyle bir çaresi vardır. Allah var
keder yok” derdik. Bugün eve götürecek ekmeği olmadığı hâlde susan
adam, televizyon programlarına çıkıp sunucudan “Şunu da ver bunu da
ver” diyerek yalvaran adam olmuş. Yardım etmek isteyen insanlar da “o
senin problemin” demeye başlamışlar. İstemeyi zul addeden bir toplum
milyonların gözünün önünde televizyon ekranlarında yalvarıyor. Bu
modern hayatın ezici bir kahrı. Eskiden toplum daha Rahmanîydi…

Yani hiçbir olumsuzluk yok muydu?

Elbette vardı. Eskiden meyhaneler bayramın birinci günü
gelecekler için promosyonlar hazırlardı. Hediyeyi ilk gelenler
alacakları için meyhane kuşluk vakti açılırdı. İyi ile kötü, güzelle
çirkin arasında olduğu gibi şöyle düşünenle böyle düşünen arasında fark
olursa toplum sağlıklı yürür. Bugünün tabiriyle muhalefet güçsüzse
iktidarın da gücü azdır. Muhalefetin de gücü olmalı. Bugün toplumda ne
kadar iyilik ve kötülük varsa o gün de aynıydı, ancak toplum dinin
yaptırımlarına göre temerküz ederdi. İnsanı mutlu eden hayatın
dokunulabilen kısmı değildir. İnsana yaşadım dedirten hayatın
dokunulmayan kısmıdır. Zihnimiz, ruhumuz, kalbimizdir…

Bugün insanlar birbirlerine, farklı düşünenlere karşı daha mı acımasız?

Elbette hiç şüpheniz olmasın. Size ilginç bir örnek vermek
isterim: Namık Kemal, tarihimizde masonluğu, bugünün manasıyla anarşist
ruhu ve Batı’yı örnek aldığı için biriktirerek geldiğimiz kültürel
değerlerimizin eleştiricisi olarak bilinir. Namık Kemal’in dinî
duyarlılıkları bugünün birçok din adamlarından daha sağlamdır. Onun
bazı kitaplarını yeni harfe çevirirken “Ben böyle olamamışım” diyerek
daktilomun üstüne gözyaşlarımın döküldüğünü bilirim. Bir şeyi, İslâmî
hassasiyetleri öyle yüksek anlatır ki insanın kalbine vurur. Bugün sen
öyle düşünemediğin için hayıflanırsın… Her çağın kendi imtihanı vardır.
Bugünün gençlerinin imtihanı başörtüsüdür ya da üniversitede okuyup
okumamaktır.

Sizin imtihanınız neydi?

Benim gençliğimin imtihanı sağ-sol çatışmalarıydı. Ondan
önceki zamanın imtihanı “Geleneği red mi edeceğiz? Kur’ân okuma
yasağına nasıl direneceğiz?” idi. İnsanlar harmanlanıyor ve biz kendi
imtihanımızı yaşıyoruz. Değişen sadece kıyafetler. İnsan ögesi; iyiler
ve kötüler hiç değişmiyor. Toplum içinde bu böyle; ibre iyiler lehine
yükselince devlet yükseliyor. Ben tarihin satır aralarında çok
dolaştım, o koridorları çok iyi bilirim. Öyle adamlara rastladım ki;
“Bu çağda yaşasa eteğine tutunsam kurtulup gitsem” dedim. Aynı tarih
içinde öyle adamlara da rastladım ki; yaptıklarına, bize bıraktıklarına
baktım, “Benim atam bu herifse olmaz olsun” dedim. Topluma baksak bugün
de aynı şeyleri söyleriz.

Toplum, düşkünlerine artık sahip çıkıyor mu?

Bu, modern hayatın sadece bizde değil Hırıstiyan toplumlarda
da meydana getirdiği bir hastalık. Bunun sebebi yapı bozukluğu. Eskiden
bir mahalleye biri geldiğinde ikametgâh ilmuhaberi alması için o
mahallede beş sene oturması gerekirdi. O beş yıl içinde adamın bütün
kişiliği ortaya çıkardı. Mahallenin muhtarı, imamı, ihtiyar heyeti ve
bekçisinin sizi “mahallemizdedir” diye tarif etmesinden sonra kapınızı
sonuna kadar açıp üç ay gemiyle yol alsanız geri döndüğünüzde ne bir
iğnelik malınıza ne de bir canınıza halel gelir. Birinin ayağı yoldan
çıktığında, ayağı kaydığında mahalle onu kazanmak için elinden geleni
yapardı. Bugün bunu yapamadığımız için sokakların hâlini görüyoruz.
Bunu yapacak anlayış bizim yatay hayatlardan dikey hayatlara geçmemizle
başlamıştır.

Bunu biraz daha açar mısınız?

Bir bahçedeki elma komşunun bahçesine sarktığında onun başka
bir meyve dikmesi istenirdi. Ne de olsa ağaç mahallenin ağacıydı. Daha
sonra apartmanlar dünyası insanları üst üste yığdı. İnsanlar basık
tavanlar, köşeli duvarlar arasında ve metal kapı kollarına dokunarak
girip çıkmaya başladı evlerine. Toprağa ayak basamaz, gökyüzünü göremez
oldu. Eskiden 150 metrekare bir alanda bir aile yaşarken bu toprak
üzerinde sekiz katlı çift daireli binalar dikildi. Apartmanın önündeki
birkaç arabalık park yeri için insanlar kavga etmeye başladı. Yunus
Emre’nin “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” dizesi beni
yüreğimden vurur. Varlığa düştük var olduğumuz unuttuk. İçimize
yapacağımız yolculuğu ihmal ettik. Eskiden “gülümse, paylaş, dostluk
kur” gibi telkinler yapılırken bugün “tut, kopar, çek al” gibi toplumu
sömürmek üzerine telkinler yapılıyor. Artık bayramlarda hastaneler de
unutuldu…

Eskiden bayramlarda hastane ziyaretleri mi yapılırdı?

İki litre süt alıp çocuğunun elinden tutup hiç tanımadığın
bir nineciği ziyaret etsen “Seni seviyoruz” desen onun iyileşmesine ve
o günü bayram sevinciyle geçirmesine yardım edersin. Bir de “Matem
ehlinin iyd yasını arttırır” sözü vardır yani bayram bazen yaslı olan
birinin kederini arttırabilir. Bayram herkese aynı şekilde gelmez.
Herkesin çocuğu gelirken sizin çocuğunuz gelmiyorsa hüznünüz artar.
Onun için komşularımızın ve yakınlarımızın kederlerine ortak olmalıyız.

Son zamanlarda reklamların aile üzerine vurgu yaptığını söylediniz. Bayram ve aile birbiriyle bağlantılı değil mi?

Bayram sadece aile değil silsile demektir. Bayram dört göbek
aile fertlerinin bir arada olması demektir. Cıvıl cıvıl çocuklarla
köşesine oturmuş ihtiyarların birbirini anlaması demektir. Çocuk ilerde
o köşede saygınlık göreceğini düşünür. İhtiyar ise torunlarına bakar,
yaşama sevinci kazanır ve arkasından duâ edecek olanları görür. Toplum
böylece yüzyıllar boyunca akar gider.

Not: 21 Eylül 2009 Yeniasya Gazetesi’nden H.Hüseyin Kemal’in röportajından alıntıdır.


Genel içinde yayınlandı | 2 Yorum

İskender Pala’nın yeni kitabı çıktı!…

Ol gice kim doğdu ol hayru’l—beşer
Ânesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol Habîb’in anesi
Bir aceb nûr kim güneş pervanesi


         1880’li yılların başlarında, Tanzimat ve Servet—i Fünûn edebiyatının ünlü şairleri bir araya geldikleri bir gün, söz Süleyman Çelebi’nin mevlidinden açılmış. Muasırlaşmak, İslamlaşmak Türkleşmek fikirlerinin tartışıldığı, edebiyatımızın Batı’ya açıldığı, hatta Batı’ya kapılandığı yıllar. Aralarında bir karar alıp yıla yakın zamandır okunan mevlidin bazı kelimeleri artık eski ve anlaşılmaz durumdadır, üstelik o vakitten bu yana dilimiz de, edebiyatımız da değişmiştir. İşte bu yüzden mevlidi yeniden yazmalıyız!” demişler. İçlerinden bazıları kalemi ele alıp yeni tarzda manzum bir mevlid yazmaya da başlamışlar. Yazdıklarını birbirlerine okuyor, karşılaştırıyor ve uygun olan beyitleri alıp alt alta diziyorlarmış. Nihayet sıra ”Bir aceb nûr kim güneş pervanesi” mısraına gelince düşünmüşler, taşınmışlar ve içlerinden biri kalemi yere çalmış. Ağzından dökülen cümleler , aslında hepsinin birbirlerine itiraf edemedikleri kanaatleri imiş: ”Bu derece muhteşem bir beyit dururken bunu yeniden yazmaya kalkışmak ….tir. Bırakınız yenisini yazmayı, benzerini bile kaleme almak mümkün değildir!”

 

     İskender PALA   Mevlid – Süleyman Çelebi

Genel içinde yayınlandı | Yorum bırakın

THE CULTURE NURTURED BY THE FATIH SULTAN MEHMET

       

      There is no doubt that while he was making plans fort he future he put to the fore not only  the conquest of Constantinople and the establishment of a Muslim Turkish state ,at the same time he was aiming to be the ruler of the Christian Roman Empire.It was to this end that he became interested in positive sciences ,with philosophy and mathematics taking the lead ,followed by the history of mankind ,world geography and military sciences.

 

      His desire to learn was so great that he was be able to become specialized in a number of different scientces to such a degree that he could discuss them in detail with experts.This desire was some sort of compelling force which allowed  him to take pleasure from learning.All of these studies in positive sciences ,which began when he was still a child,comprising religious studies.Qur’anic sciences ,hadiths,Islamic philosophy ,Islamic jurisprudence ,logic,etc,prepared him so that he could take the world in his hands like an apple and play with it.

 

      After conquering Constantinople and becoming the Emperor of the East and the West ,whenever he heard of a scholar ,anywhere in the world,Faith would send expensive and valuable  presents,inviting the scholar to the palace int the desire to use the possibilities presented by that person’s knowledge int he service of the state .His efforts in this matter-according to all historians,all of whom are in agreement on this matter-were to such an incredible degree that no other ruler can be compared to him.When bringing the famous Turkestan mathematician and astronomer Ali Kuşçu to İstanbul , he gave him 1000 akçe

for the journey ; it is known that he set a value on the famous poets and scholars in the Molla Mosque of 1000 akçe per head.

 

     Fatih saw himself ,after the conquest of Constantinople ,as the sovereign of both Muslims and Christians,granting the Christian Orthodox and other non – Muslim populations as many special privileges as the Muslim subjects.He interacted with many leading Christian subjects in order to become beter acquanted with the culture of the groups that made up the state as well as to guide the administration in a multicultural direction.He read and studied the Bible an deven entered into debates with Patriarch Maxium Manuel and Patriarch Georgios Gennadius Scholarius ; he ordered that the results from such discussions be written up.In fact in the work “TurcoGraecia” by Martin Curusius,the text written bye Scholarius is recorded in Latin and Greek scripts.

 

    In Fatih’s palace there were clerks who wrote Greek (Dimitrios Apocaucas Kiritsiz),scholars who held lessons in Arabic (Hocazade ,Molla Yegan ,etc.),doctors who had been educated in Greek and Latin (Jacopo de Gacta),master poets who wrote in Turkish (Ahmet Pahsa,Mahmut Pahsa,etc.)and finally people like Molla Gürani ,Molla Hüsrev and Sinan Pasha.Faith would discuss theology with some of these people , with others he would talk about politics ,while giving his opinion to yet others on philosophy or astronomy.If he felt the need for more he would have books brought to him,studying from them and learning.

 

    There were not just books of the Orient among the books he read or those his courtiers read to him;to the same degree that were Eastern Islamic treatises,there were the  works  of Laertius,Quintus Curtis ,Herodotus Livy and Works of other Western writers.His courtier ,Kritovulos,who wrote about Fatih’s life in Greek ,recorded that:”he was interested in the history of Alexander ,Pompey and Julius Caesar ; he read works on Greek philosophy and was especially interested in Aristotle and the philosophy of Stoicism.

 

    Sixteen Works in Greek were written at the palace ,some works from the West were translated into Arabic ,maps were collected of different areas of the world and new maps were drawn up.Bellinin was invited to the palaced to paint,binding and illumination workshops were set up ;these are onlye a few of many such activities.All of these were the result of Fatih’s Outlook as a world conqueror .According to his perception,only  after a nation had imbibed lofty aspects of science and culture was it possible for it to rule the world.It was purely fort his reason that ,if onlye for a short period ,the entire cultural acumulation of his personality was reflected first in the palace organization and the medrese which he had established ,before leaving its mark on the scholarly world of the Ottomans.In fact , the same high culture that we can see in his actions,in the civilzation he established and in his historical achievements also shows itself from time to time in his poems.

 

    Couplet

 

    Many commanders who came in former years were not able to habe the chance to conquer Constantinople.Only Fatih Sultan Mehmet conquered Constantinople and commemorated the conquest by saying “Âhirün”.

 

The word Âhirün (the later ones)gives the number 857 when calculated according to the ebced  calculations .This number is the year of the conquest of İstanbul according to the Islamic calendar;that is 1453.

 

İskender Pala Sultans of Poems

Kitaplar içinde yayınlandı | Yorum bırakın

İçine aşk giydirilmiş ne söz varsa ben onlarla haşır neşirim.

”Tarihten bazı adamlar var. Onlar benim arkadaşım gibi. Hatta öyle düşünüyorum ki öldüğümde cennetin kapısında beni karşılamaya bir grup insan gelecek. Onlar Baki, Fuzuli, Nedim olacaklar.”



Aşkı farklı suretler ile ifade eden, içine derin manalar katarak anlatan biri İskender Pala. Bunu yaparken hem divan edebiyatını bir nakış gibi işliyor, hem de aşkı sonsuz bir derinlikle tasvir ediyor. Bir de onun kitaplarını okuduğunuzda sanki bu devirde yaşamadığını düşünüyorsunuz. Gazeller, beyitler, tasvir edilen zaman, kitaplarının kapaklarını süsleyen gravürlerle sanki bedeni günümüzde ama ruhu ve aklı, geçmişte yaşayan biri gibi. Şimdilerde yeni bir kitabı çıktı Katre-i Matem. 1729 yılının İstanbul’unu, lale, cinayet ve aşk üçlemesiyle anlatıyor roman… Yıllardır dilinden, gönlünden, fikrinden aşk’ı düşürmeyen yazar bunları ne için yapar, aşka aşık olduğu için mi yoksa…

Nereden geliyor bu Divan aşkı?

Üniversite’de bir yıl boyunca tarih kitaplarını yastık edinerek uyudum. Osmanlı tarihi ile ilgili ne kadar kaynak varsa okudum. Kim yalancı, kim doğru söylüyor biliyorum. Madem ki tarihten adamlarla ilgileneceğim o zaman o adamların nasıl yaşadıklarını, ne yediklerini gece nasıl horladıklarını, gündüz nasıl fısıldaştıklarını bilmeliyim. Bunu bildiğinizde tarih size büyük bir koridor açıyor. O koridorda öyle desenler, renkler, nakışlar var ki… Allah bana yaşadığım ömürde böyle bir iş verdi her zaman şükür ediyorum.

Çünkü sizin ki aşk mesleği…

Evet. Gökkubbenin altındaki en eskimeyen şey aşk mesleği. Divan şiiri onun hasbahçesidir. İçine aşk giydirilmiş ne söz varsa ben onlarla haşır neşirim. Ömrüm bir bu kadar daha olsa yazacaklarım bitmez.

Siz uzun bir süre askeriyede bulundunuz. Bir yandan top tüfek, diğer yandan gül ile bülbül. İkisi bir arada nasıl oldu?

Statüko içerisinde, fakültenin koridorlarında profosör olmadım. O akademik dünya benim için sadece bir yoldu. Ama Deniz Kuvvetlerine gidince yelpazem genişledi. Hayatın statik olmadığını, hayatın nasıl aktığını orada öğrendim. Şöyle düşündüm; Yağ satarım, bal satarım ustam öldü ben satarım. Ustam ölünce benim satmam gereken bir yağım ve balım varsa, o zaman ustam ölünce benim de ölmem gerekir.

Ölmek istemediniz yani…

Evet. Ben de onun dışındaki bir alanda birşeyler elde etmek için çırpındım ve işin biliminden çok kültürüyle ilgilenmeye karar verdim. Bunu yaparken gül ile bülbül; top ve tüfek arasında kaldım bu doğru. Postalların ve silahların dünyasında nefes almak için kendimi gül ve bülbülün dünyasına attım. Üniforma beni cendereye sokarken, akşam üniformayı çıkarır çıkarmaz ruhumu besliyordum.

Aşkı anlatışınıza insanlar aşık oluyorlar… Keramet aşkta mı yoksa sizde mi?

Yaşadığım süre içinde geçmişin içerisinde sevdiğim, aşık olduğum ne varsa insanlar da onu tanısınlar istiyorum. İnsanlara sevgililerimi sunuyorum. O benden değil, divan şiirinin kendisinden. Eğer bizim tarihimizde güzel bir şey varsa onu alıp geleceğe köprü olayım istiyorum.

Sizde var olan bu ‘aşk’ aşkının ne kadarı sizin tecrübeniz?

Aşkın cahili bir insan değilim. Tecrübem bu çağın gençlerinden çok daha derindir. Benim dönemimde aşık olduğunuz kızın mahallesinden günde bir defa geçmek, aşkı içinizde çoğaltırdı. Bugünkü manada aşk hasreti olmayan, olmadığı için de ucuzlayan birşey.

Peki aşk sadece tecrübeyle mi bilinir?

Aşkın katmanları var. Anlattığım aşkın katmanları arasında birikimim tecrübeden daha çok bir bilgidir. Tecrübe birikimi ise hepsine uyarlayabileceğim bir şablondur. İlahi aşkın da, tensel aşkın da, bilim aşkının da, meslek aşkının da ne olduğunu okuduklarımdan ve araştırdıklarımdan biliyorum.

FUZULİ, NEDİM, BAKİ BENİM ARKADAŞLARIM

Ama aşık oldunuz…

Bütün aşklar birdir ama görüntüsü binlerce türlüdür. Aşkı yaşadım o benim eşim, üç çocuğumun da annesidir. Aşk- ı mecazi, aşk ı hakikiye inklap etme yoludur. Ben aşk yaşadım doğrudur ama katmanları anlamak için aşık olmak yetmez.

Ne gerekir?

Uzun yıllar dirsek çürütüp profösör olmanız gerekir. Yani çok çalışmanız gerekir.

Ama o ünvanı kullanmıyorsunuz…

Çünkü insanlarla profösör olarak konuştuğunuz da sizinle kendi arasına bir mesafe koyuyor. Ama ben öyle yapmadım. Seminerlerime gelen insanlar yerde oturup dinliyorlar beni. Beşyüz kişilik bir salon bazen binbeşyüz kişidir. Birbuçuk saat hangi profösör ayakta beklenir?

Peki o insanlar sizce neyi bekliyor?

Beni değil, anlattıklarım onların kaybettiği şeyler olduğu için bekliyorlar. Ben anlattığımda bir zamanlar yitirdikleri, hafızalarındaki birşeyi hatırlıyorlar.

Aşkın rengi neden kırmızıdır?

Bizim kültürümüz de öyle. Çünkü aşk kan demektir. Ama Uzak Doğu’da aşkın rengi pembedir.

Kan ile aşkın nasıl bir bağlantısı var?

Kan aşk demektir. Tarihte sevgililer, sevgisini göstermek için kanlarını akıtırlarmış. Aşkın gücünü anlatmak için ya kendilerine şiş sokarlarmış ya da bileklerini keserlermiş.

Sizin aşk bitkiniz hangisidir?

Gülü tercih ederim. Kırmızı gül. Gül benim için Hz. Muhammed’dir.

Lale de Allah’ı temsil eder…

Şüphesiz ama lalenin vahdaniyetine giden yol güldür. Ben onu çok severim.

Zaten gül ile bülbül hiç hayatınızdan çıkmıyor…

Evet. Gül ile bülbül, sevgiyle uğraşıyorsunuz üzerine bir de para veriyorlar. Kaç kişiye nasip olur böyle bir yaşam. Tekrar bir hayatım olsa ‘kim olarak ve ne yaparak yaşarsın’ deseler beni yine ben olarak bu işi yaparak yaşamak isterdim.

Siz bizim hissetmediğimiz neyi hissediyorsunuz da yaptığınız iş size kendisini bu kadar sevdiriyor?

Bir gün Alay Köşkü’nde oturup musiki dinlerken içimden şöyle geçti; ‘Ey İskender Pala bir zamanlar senin oturduğun yerde devrin hükümdarı oturuyordu, vezirleri de yanlarındaydı. Onların oturduğu yerde oturup onların dinlediği musikiyi dinliyorsun’ diye kendi kendimi ikaz ettim.

Neyin ikazı?

Bu şu demek; Allah ruzi ezelde ‘bana kalemi kendin al kaderini kendin yaz’ deseydi bu kadar güzel yazamazdım. Onun için divan edebiyatıyla uğraştığım için her zaman şükür ediyorum. Benim kimliğime çok uygun. Bu nedenle gerek aşka bakışım, gerek dünyaya bakışım başkalarından farklı.

Bedininiz burdayken ruhunuzu geçmişte bırakmak. Nasıl bir yaşam bu?

Tarihten bazı adamlar var. Onlar benim arkadaşım gibi. Fuzuli, Baki, Nedim… Onlar bu zamandan sıkıldığımda meclisinde oturabildiğim ve kendileriyle birlikte olmaktan bahtiyar olduğum insanlardır. Hatta öyle düşünüyorum ki, öldüğümde cennetin kapısında beni karşılamaya bir grup insan gelecek. Onlar; Baki, Fuzuli, Nedim olacaklar.

EN İYİ SÖZLERİ ESKİ ADAMLAR SÖYLEDİ

Ne diyecekler size?

‘Gel bakalım hayırlı evlat sen ne güzel şeyler yaptın’ diyecekler. Bu kadar tarihin içindeyim. Ama ben gençlere birşeyler vermek istiyorum. O yüzden saçlarımı uzatıp kot pantalon giyiyorum.

Tarihle bu denli iletişim sizi çağın gerisinde bırakmıyor mu?

Tarihin içerisindeki bir takım güzellikleri almak gericilik demek değildir. Bilakis ben sırtımdaki heybeme güzellikleri koyuyorum ki geleceğe doğru adımlarım sağlamlaşsın. Bugün dünyada pek çok insanla karşılaşıyorum ve gençlerin halini izliyorum. Bizim gençlerimiz kadar geleceği kurtaracak, dünyaya güzel şeyler bağışlayacak başka bir gençlik yok. Fakat gençlerimiz maalesef kendi geçmişlerinin güzelliğinden bihaber. O yüzden daha ürkek davranıyorlar.

Tam olarak neyin bilinmesini istiyorsunuz?

Ben insanlara ‘bakın sizin onyedinci göbekten dedeniz şöyle yapardı. Onaltıncı göbekten nineniz şöyle davranırdı’ diyorum. Bunu okuyan insan aynı sahnenin izdüşümünü kendi hayatında bulduğunda ‘ninem böyle bir durum karşısında böyle davranırdı’ diyebilecek. Bu göstergeleri onlara söylemekle yükümlüyüm.

Peki Divan Şiirini bırakıp roman yazmak sizin işiniz mi?

İşim… Ben divan şiirini romanla tanıtmam gerekiyorsa roman yazarım. Müzikal ile tanıtmam gerekiyorsa müzikalini yaparım. Eğer bir film çevirilecekse senaryosunu yazmak isterim. Çünkü Divan Edebiyatı bizim atalarımıza ait sosyoloji, hayat bilgisi, hukuk, yaşayış düzeni, psikoloji, dini içine alıyor. Çünkü atalarımız bundan ikiyüz sene önce birşeyleri şiirle ifade etmeyi önemserlerdi. O da Divan Edebiyatıdır. Yıllardır bunu anlatmaya çalışıyorum. Divan edebiyatı birkaç şairin ağızında gevelediği dize değildir. Divan edebiyatı hayatın ta kendisidir.

Sizin öneriniz nedir?

Ben de diyorum ki; bu kadar süfli işlerin arasında sizi anlamlandıracak bir kaç dakikanız olsun. Çünkü sadece kaştan, gözden ibaret, yürüyen bir kütle değiliz. Bu maddeye karşılık bir ruh var. Hep midemizin peşinde koşuyoruz ama zihnimiz aç kalıyor. İstiyorum ki insanlar soyut olan taraflarını biraz daha ortaya çıkarsınlar. Çünkü bir günbatımını bir divan şairinden kimse iyi anlatamaz.

Yetmişin üzerinde kitap yazdınız. Tükenmediniz mi?

Ben yıllardır gazetede yazı yazıyorum. Hiç birgün ne yazıcam sorusunu kendime sormadım. Eve gidip herhangi bir Divanı açıyorum ve fala bakar gibi karşıma çıkan ilk beyiti alıyorum ondan bir yazı çıkıyor. Bu kadar zengin ve tükenmeyen birşey.

Lale Devrin’den daha iyi durumdayız

Kitapta Lale devrinden bahsediyorsunuz ve günümüzün izdüşümü diyorsunuz. Peki farklılıkları var mı?

O gün de bugün olduğu gibi batıyla ilişkilenmek isteyen bir Osmanlı yönetimi vardı. Damat İbrahim Paşa’nın batıyla olan ilişkileri, elçiler göndermesi, matbanın kurulması, mühendis mekteplerinin açılması bugün bizim batıdan neleri almamız gerektiğini de sorgulatıyor. Ama o günün yöneticilerinin batı karşısındaki tutumları doğulu reflekslerine yenik düşmüştü.

Yani?

Bir doğu insanı gibi davranıp, batılı olmak istiyorlardı. Ama bugün öyle değil. Bugünkü devlet anlayışımız, ‘batı bizim için bir örnektir fakat biz iyi bir hayatı, batılı olmak için değil kendimiz için istiyoruz’ dur. Biz Avrupa Birliği’ne girmesek bile Türkiye’de demokrasi olması gerektiğine inanıyoruz. Lale Devri’nden daha iyi konumdayız.

Peki ya zengin ile fakir dengesi?

Lale Devri’nde zengin ile fakir arasındaki uçurum şimdiki gibi az miktarda değil, daha geniş bir kitleye dayanıyor. Bugün Türkiye’nin ultra zenginlerini saysanız, iki elin parmakları kadar olur. Ama o dönemde ultra zenginlerin sayısı neredeyse devletle iş yapan herkes kadardı. Artık Lale Devri’ndeki kadar fakirimiz yok ama zenginimiz de yok.

En büyük değişimlerden biri de İstanbul…

Elbette. İstanbul tarihi boyunca 1729 yılı kadar güzel olmadı. O dönemde Istanbul oya gibi bir şehirdi. Boğaziçinin her yani yalılar, kasırlar, köşlerle süslüydü. Haliç’in iki yanında bağlar bahçeler vardı. Napolyon’un ‘dünya tek bir devlet olsa başkenti Istanbul olurdu’ cümlesinin altında 1729 yılının İstanbul’u yatıyor. Biz Lale Devri’nin şu anda şehircilik mirasını tükettik.

O yüzden sizde minyatürlerden günümüze gelemiyorsunuz? Hasretten…

Katre-i Matem için konuşuyorsanız modern bir Mesnevi gibidir. Roman yazarken hikayelerin arasına derkenarlar yerleştirdim. Derkenarlar Mesnevi’deki gazeller gibidir. Mesnevi’de de okuyucuyu rahatlatmak için araya gazel konur. Eskiden mesnevinin içinde minyatür olurdu. Minyatür şu demekti; ‘resim söz için vardır.’ Söz esastır ve resim sözü anlatmak için bir vasıtadır. Yani ‘sen bütün yazılanları oku eğer dediklerimi hala anlamadıysan, o resme bak ne demek istediğimi anla’ demek istiyorum.

Kitabınızda lale mor renginde. Özel bir anlamı var mı?

Tamamen tarihi bir bilgi. Bugün laleyi onbeş renkte görebiliyoruz. Romanın geçtiği yıl yani 1729 yılında mor lale ilk defa bulunmuştu. Öncesinde çok fazla renk çeşidi yoktu. Laleye itibar artınca bahçevanlar, lalezarlarında farklı renkler üretmeye başladılar. Benim olayı anlattığım yılda da morun en koyu rengi üretilmişti. Eğer o renk lacivert olsaydı ben lacivert laleyi kullanacaktım.

Hollywood Katre-i Matem’i ıskalamayacak

Bu kadar kitabın ardından neden roman yazdınız? İhtiyaç mı?

Kişisel anlamda böyle bir ihtiyacım yok ama ilk romanımı Divan Şiiri’nin romana ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için yazmıştım. Ben divan edebiyatının misyoneri gibi hikayelerini, denemelerini ve araştırmalarını yapan biriyim. Son bir kaç yıldır İstanbul’da lale şehrin kimliğine ağırlık katmaya başladı. İkinci romanı da laleyi anlatmak için yazdım.

Katre-i Matem kitabında sizin romancılığınız eleştirildi. Mekan ve kişi tasvirleri zayıf gibi… Bu eleştirileri göze almış mıydınız?

Roman konusunda yazdığımın elbette bir Dostoyevski romanı veya bir Madame Bovari tahlili içerisinde olmadığını biliyordum. Çünkü çağa uygun davranıyorum. Ben işin içine cinayet katmadan bir aşk romanı da yazardım. Anlattığım derin aşkı isteyen bin okuyucu bu romanı okurdu. İtiraf ediyorum ben popüler davrandım. Çünkü çok okunan bir roman yazmak istedim.

Sebebi ne?

Daha fazla insana ulaşmak için. Kitap kapağı da benim önceki kitaplarımın kapaklarından farklı. Diğer romanım ‘Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk edebi olduğu için İngilizceye çevrilememişti. O yüzden ben de bu kitabımda üslup yapmadım. O sebeple romancılığımın eleştirileceğini biliyordum.

Okuyucuyu hayal kırıklığına uğratırım endişesi yaşadınız mı?

Açıkçası korktum. Çünkü ben romancı değilim. ‘Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’ çok okundu. İnsanlara verecek olduğum yeni roman hayal kırıklığına uğratırsa bana yazık olurdu. Bir kişinin itibarı kitaptan çok daha önemlidir.

Katre-i Matem bir film olursa yönetmeni kim olsun istersiniz?

Bunu bilmiyorum. Ama bir Hollywood filmi olsun istiyorum. Çünkü pahalı bir proje. Kitabın yabancı dile çevrilmesi için teklif aldım ve Hollywood’un bu yapımı ıskalamayacağını düşünüyorum. Filmografi anlamında da üzerine düşündüm. Replikleri bile kendim yazdım.

Fotoğraflar: Sedat ÖZKÖMEÇ

KÜBRA&BÜŞRA İLE İKİDE BİR  (Yenişafak Gazetesi Pazar ekinden alıntıdır.)

24.05.2009

Iskender Pala içinde yayınlandı | 1 Yorum

Katre-i Matem’den…

Okuyor,okurken ağlıyordu:

“Osmanzade’den Hafız Çelebime,

Cümle arz-ı selam,mahabbet ve meveddetten sonra

Sezâm , refik-i dilpesendim,ruhum efendim,

Lale!..İstanbul’da söylenen en zarif kelimedir…Nisan ve Mayıs aylarını süsleyen bir  sehl-i mümteni…Bir yaratılış şahikası,bir güzellik masalıdır.

       Lale bir ilham ;güzellik uğuldar renklerinde ,sevgiler çoşar yapraklarında.Lale bir güzel bahçe,şevk ile yürünür  tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağından.Lale hasbi bir tebessüm,kalbî bir yakınlık…Lale bir aşkın adı;bir derin hüzün buketi…Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere,paslı demirler parlak gümüşlere, yavuz bakışlara tatlı gülüşlere döner birden ; lale ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde .Lale başıma taç ve ben ona muhtaç.İstanbul toprağına düşmeyince bir lale renge durmaz yaprağı,gülümsemez çiçeği.Bâkir kâselerinde demlenmiş düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin duvarlarına.Kapa gözlerini ve dinle saki,bir İstanbul lalesinin çığlıklarını duyuyor musun?!.. İstanbul’a çıkmayan bir lale yolu,laleye çıkmayan bir İstanbul kadar kayıptır,yitiktir.Rüzgârları toplayan hüzünler ağlar yoksa İstanbul bahçelerinde ve bir kabir başında yas tutar gibi laleler seher vakitlerinde…

 

Arz-ı ihlas u meveddet daima

Nûr-ı aynım kardeşim,baki dua.

                                          İskender Pala Katre-i Matem

Genel içinde yayınlandı | 1 Yorum

İstanbul’un Lale Zamanı!..

İskender Pala, divan edebiyatı araştırmaları üzerine çalışırken, 2004 yılında "Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk" adlı romanıyla yazı hayatına yeni bir kapı açmıştı. Bu ilk romanın devamı gelecek miydi? Yaklaşık beş yıl aradan sonra gelen "Katre-i Matem" (Kapı Yayınları), Pala’nın roman türünü de sürdüreceğini gösteriyor.

Katre-i Matem, müzayededen alınan elyazması bir kitabın hikâyesi olarak başlıyor. Okurlar, bu elyazması kitabın açtığı kapıdan içeri giriyor ve bir devre adını veren ‘lale’nin izinde yazarın oluşturduğu büyüleyici atmosferin içinde yol alıyor. Katre-i Matem, Osmanlı’nın en tartışmalı günlerinden hayat sahneleri çiziyor. O günlerde yaşanan aşklar da yer buluyor romanda. Sevdiğini, evliliklerinin ilk gecesinde kaybeden kahramanın izinde, Lale Devri’nden Patrona Halil isyanına kadar bir yolculuğa çıkıyor okur. Roman, bir yanıyla sürükleyici bir polisiye, bir yanıyla da aşk romanı. İskender Pala ile yeni romanını konuştuk. Pala, ileride bir filme senaryo olabilecek Katre-i Matem’i, kendisi için yazdığını söylüyor.

Roman, müzayededen alınan elyazması bir kitabın hikâyesi olarak başlıyor. Kitabın başına neden okurun alışık olmadığı özellikte bir sunuş bölümü yerleştirme ihtiyacı duydunuz ve hayali bir yazar oluşturdunuz?
Tarihî romanların okuyucusu bilhassa diyaloglarda tarihî cümleler veya eski tarz bir anlatım arayabilir. Bu durumda o dilin eski kelimelerini bilmeyen kitleye kendinizi kapatmanız söz konusudur. Oysa tarihimizi en ziyade öğrenmesi gerekenler, gençlerimizdir. Benim gündelik dilimi bile ağır bulan bir gençlik yaşıyor. Bu yüzden bulduğum elyazmasını yalınlaştırarak romanın dil sorununu çözmeye çalıştım.

Romanın özünde bir çiçek, yani lale var. Sizin için laleyi bu kadar esrarlı kılan ne?
İki yıl evvel İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına İstanbul’da Lale Zamanı adıyla bir kitap hazırlamış ve o dönemde lale hakkında araştırmalar yapmıştım. Lalenin nasıl yetiştirildiği, tarihî ve kültürel arka planı, XVI. ve XVIII. yüzyıllarda İstanbul’un lale merkezi olduğu, hatta bunlardan ikincisine sonradan Lale Devri adını takmamız vs. hep beni bu güzel çiçeğe yönlendirmişti. Üstelik de İstanbul, bütün zamanları içinde en güzel, en estetik, en zarif ve yaşanılır halini o çağda yaşamıştı. İstanbul ile lale birleşince her ikisini de anlatmadan duramazdım.

Ele aldığınız dönem, belki de Osmanlı’nın en tartışmalı dönemi. Neden bu dönemi tercih ettiniz, biraz bugünleri andırdığından mı?
Lale Devri zenginin çok zengin, fakirin çok fakir olduğu, güvenlik ve sosyal adaletin tükendiği, bu arada modern hayata doğru atılımların yapıldığı, bilim ve fenne değer verilirken kültürün göz ardı edildiği, akıl tercih edilirken gönlün sahne dışına itildiği, sosyal çalkantı ve patlamaların gizli örgütler tarafından yapıldığı vs. yönleriyle günümüze bir izdüşümü sunmaktadır. Ben de bu yüzden Lale Devri’ni öne çıkardım. Ancak dikkat çekmek istediğim başka bir husus daha vardı: İstanbul’un Lale Zamanı. Yani lale çiçeği etrafında oluşan bir estetik açılım. İnsanların güzelliklere, gülümsemelere, yakınlaşmalara, tabiata, şiire en ziyade ihtiyaç duydukları bir zamandayız ve lale çiçeği ekseninde İstanbul bütün bunlara kapılarını açmış durumda. Lale çiçeği her şehirde güzeldir, ama en çok da İstanbul’a yakışır. XVI. yüzyılda Avusturya ve Hollanda’ya, XIX. yüzyılda da Kanada’ya İstanbul’dan gitmiştir. Ben yüzyıllar geçerken insan ögesinin hiç değişmediğini, değişen şeyin yalnızca kıyafetler olduğunu söylerim hep. İhtiraslar ve aldatmacalar, iyiler ve kötüler, yönetenler ve yönetilenler her zaman vardır ve her çağda aynı biçimde davranırlar. Yalnızca kullandıkları araçlar değişir.

Roman kahramanı Hafız Çelebi’nin ağzından lalenin hikâyesi anlatılırken, geçmişe özlemin vurgulandığını görüyoruz. Hatta kaçırılmış bir kız tanımlaması yapılıyor? Buradan okur tam olarak ne anlamalı?
Lale, Doğulu bir çiçektir ve ilk önce Türklerin bahçesinde açmıştır. Orta Asya’dan Anadolu’ya, Selçuklulardan Osmanlılar’a lale hikâyeleri doludur. Şimdi ise lale borsası Hollanda’da kuruluyor. Şimdi ben, lale hakkında geçmişe özlem duymakta haksız mıyım? Keşke laleyi şimdi de dünya piyasalarına İstanbul’dan gönderebiliyor olsaydık.

Romana yerleştirdiğiniz derkenar ve resimler bir romanda çok alışık olduğumuz bölümler değil…
Okuyucum benden aşk hikâyeleri dinlemeye alışkındır. Onları hayal kırıklığına uğratmak istemediğimi itiraf edeyim. Ayrıca aşk ile macerayı paralel ilerletmek için bir yenilik yapmak gerekmişti, onu yaptım.

Roman özünde bir aşk romanı gibi görünse de okuru maceradan maceraya gezdiren bir polisiye roman tadı da veriyor. Katre-i Matem’e hem aşk hem de polisiye romanı diyebilir miyiz?
Katre-i Matem’i aşktan ziyade macera romanı diye kurguladım. Kovalamacanın kaynağını aşka bağladığım için hem aşk hem de polisiye çizgisi paralel yürüdü.

Katre-i Matem, kurgusu itibarıyla film senaryosunu da andırıyor. Romanı bir gün beyazperdede görebilecek miyiz?
Romanı yazarken bir senaristin işini kolaylaştıracak hemen her şeyi yaptım. Filmi çok pahalı olacaktır; ancak mutlaka bir gün birileri bu senaryoyu film yapmak isteyecektir. Eğer Hollywood düzeyinde bir film olursa neden olmasın?!..

Romana son halini verirken Amerika’da olduğunuzu biliyoruz. Yabancı bir ülkede ve yalnız olmanız romana etki etti mi?
Amerika’ya ülkemizi temsilen bir yazar kolonisine katılmak üzere iki aylığına çağrılmıştım. Ancak iki hafta kalabildim. Bu iki haftada sakin bir zihin ile romanın son okumasını yaptım; pek çok yerini kısalttım, pek çok ilave yaptım.

İlk romanınızda divan edebiyatı yönünüz daha fazla hissediliyordu. Fakat bu romanınızda romancı-yazar yönünüz ağır basıyor. Siz iki romanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Katre-i Matem, Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’a nazaran daha bir roman oldu sanırım. Çünkü Babil’de Ölüm’ü divan şiiri için yazmıştım, bunu kendim için yazdım.

08 Nisan 2009 Ali Pektaş – ZAMAN Gazetesi’nden alıntıdır.

Kitaplar içinde yayınlandı | 1 Yorum

Katre-i Matem

İskender Pala son romanı ”Katre-i Matem” ile Nisan ayında okurlarıyla yeniden buluşuyor.
Kitap, Lale Devrinin zarafetle, tutkuyla, aşkla, isyanlarla dolu tarihine etkileyici bir bakış:
 
     Kalemimi hokkaya bandırdığım şu anda ki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı canından; Sultan III. Ahmet’i de tahtından eden cehennemden nişan Eylül İhtilali’nin üzerinden henüz iki hafta geçti ,şahit olduğum olayları yazıp yazmamakta kararsız sayılırım. Bilemiyorum. Yazmak gerektiğini düşündüğüm şeyler bir bakıma devlete ait sırları ifşa etmek gibi bir ihanetin ağırlığını da vicdanıma yükleyecek. Öte yandan Şark’ın kutsal çiçeği laleye dair yorumlarda bulunacak ve belki şükufeciyan esnafını gücendirmiş de olacağım. Ama birisi çıkıp yiğit Şehzade Ahmet’i, aşağılık isyancıların yaptıklarını, cennete benzeyen İstanbul’u ve Sadabat’ın laleye kattığı zarafeti anlatmazsa bu dahi tarihe ve şehre haksızlık sayılırdı. Haddim olmayarak işte ben bu zorlu işe kalkıştım.
 
Ve kitaptan tadımlık bir bölüm….
 
-Işığı görüyor musun?
-Şu kaybolmayan ışığı mı?
-Evet!.. Tıpkı kalbimdeki sen gibi…
-O ışık gibi ben de kalbinden hiç kaybolmayacak mıyım?!..
-?!..
Gözlerinden yaşlar döküldü…
O sırada deniz, dolunayın kendisini çektiğini bilememişti. Nasıl bilebilirdi ki?…"
Delikanlı, sonbahar serinliğini savuran sıcak bir tebessümle bütün gece yüzüne bakmış,
 kah gözlerindeki letafet buğusuna hayran;
kah yanaklarındaki nezahet etkisiyle giryan, adını tekrarlayıp durmuştu:
-Nakşıgül; hazinem, definem… Nakşıgül; servetim, varlığım… Nakşıgül; hayalim, rüyamın tabiri… Nakşıgül…"
İskender Pala Katre-i Matem
Books içinde yayınlandı | 2 Yorum

Kul = Âşık

Kanunî dönemi yeniçeri şairlerinden samimî gönüllü Aşkî’nin bir beyti hatırımdadır. Der ki:

Âzâd iken esîr idik Allah’a çok şükür
Sultân-ı aşka kul olalı pâdişâlarız
 

Hem azad iken esîr, hem de kul iken sultan… Azatlıkta esareti hissetmek ve kul (köle ve esir) iken sultan gibi yaşamak… Fuzulî’nin "Fakîr-i pâdişeh-âsâ gedâ-yı muhteşemem (padişahçasına bir yoksul; muhteşem bir dilenciyim)" ifadesi ile hemen hemen aynı muhtevada bir söyleyiş… Hayatı zıt boyutta ve tersinden yaşamak gibi bir şey. Peki bu mümkün müdür?

Sevgilinin kimliğine bağlı olarak, evet!.. Sevgili Allah olunca elbette!…

Nasıl mı?!.. İzaha çalışalım:

Aşk, evvela Allah’tan kuladır. Allah kulu sever, sonra kul Allah’ı. Kulu yaratan ve ona aşk kabiliyetini veren Allah bununla kendisini tanımasını istemiş ve bu yüzden kainatı yaratmıştır. Allah’ı tanımak ancak aşk ile mümkündür. Aşk bir meşaledir ve kul (âşık=seven) Allah’ı (maşuk=sevilen) ancak onun ışığıyla görür. Ve gördüğü anda gerçek kulluk başlar. Kulluk mutlak itaattir. Eğer itaat Allah’a yapılıyorsa kul (abd) kelimesinin "hür insan, mal mülk sahibi olan kişi)" anlamı; yok eğer kuldan kula itaat ediliyorsa "köle, irade ve özgürlüğü başkasının elinde olan insan" anlamı ön plana çıkar. Böylece Allah’a kul olmakla övünen nice sultanlardan, aşka kul olan sayısız padişahlardan yani şairin ifadesiyle "Aşk sultanının kölesi olan sultanlardan" söz edilebilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde "abd (kul)" kelimesi "Allah’a iman eden, O’nun sevdiği kişi" anlamında kullanılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında kulluk, aslında seven ile sevilen arasındaki bir tavrın adıdır.

Bir kul (âşık), kendisinden istenen hizmeti (ayrılık acısına tahammül) ve verilen emri (kendinden vazgeçme, sevgili için olma, sevgili için can verme, akıl kaydından geçme vb.) yerine getirdiği ölçüde kulluğa (âşıklığa) adım atmış olur. Bunun ötesi Sevgili’nin emrini yerine getirmekle kalmayıp onun rızasını kazanmak üzere gayretle çalışmak, çabalamak, saygı, sevgi, bağlılık vb. alanlarda mertebe kazanmaktır. Nitekim sufiler "abd"in "âbid (ibadet eden)"; "ubûdiyet"in de "ibadet"ten üstün olduğunu söylerler. Hz. Peygamber de "abd" olmasını, "rasul" olmasından daha önemli bulmuştur. Zaten kelime-i şahadette de "abd" vasfı, "rasul" vasfından önde anılmıştır (abduhu ve rasuluh). Âbid hür, abd ise kuldur. Hür olanlar bir karşılık için, kul ve köle olanlar ise sırf efendilerini memnun etmek için çalışırlar. Tasavvufta "âbid"in sevap kazanmak, ecir almak ve cennete gitmek için çalışmasından ziyade "abd"in yalnızca emri yerine getirmek ve itaat için çalışması önemli bulunur. Hani koca Yunus’un, "Cennet cennet dedikleri / Birkaç köşkle birkaç huri / İsteyene ver onları / Bana seni gerek seni" demesi gibi. Nimete sahip olmayı isteyenle nimeti vereni isteyen arasında elbette çoook dereceler farkı vardır. Bu durumda efendisinin mülkiyetinde bulunan kulun her şeyi efendisinin demektir. Nitekim kulluğun vasfı fakr u ihtiyaçtır. İşte tam bu noktada kul, Divan şiirindeki âşık kimliğiyle aynîleşir. Orada da âşık sevgiliye kuldur ve her şeyiyle onun uğrunda, yolunda, peşinde, izinde, özündedir. Bütün ihtiyaçları ondandır ve ondan gayrıya ihtiyaç bildirmez. Aslında bu anlayış tasavvufun derinliğinden divan şiirine bir medeniyet birikimi olarak yansımış ve şairlerin dilinde peleseng olmuş metaforlardan biridir. Hakikatte sultan ile kul arasındaki ilişki, sevgili ile âşık arasında da vardır ve sevgiliye kul olmaya hazır binlerce âşık bulunabilir. Bunlardan her biri yekdiğerine göre rakip konumunda olup sevgiliye ulaşma yolunda mücadele edip dururlar. Tıpkı sultana yakın olmak için kulların birbirleriyle mücadele ve rekabetleri gibi. Bu durumda hakiki Sevgili ve hakiki sultana ulaşmak da aynı vetireden geçmekle mümkündür. Yani Rab ile abd arasındaki ezelî yakınlık veya mesafe burada da aşılmak üzere kulu gayrete yönlendirir. Çünkü ubudiyet ile rububiyyet birbirinin karşıtı olarak ezelden bu yana geldiği gibi sonsuza kadar da devam edecektir. Yani insan ezelden beri kuldur ve ebede kadar da kul kalacaktır. İlla ki gayret ve çalışma ile kemale erebilir, irtifa kazanabilir. Bunun için aşk meş’alesinin ışık kaynağına yakın olması gerekir. Işıktan ne kadar uzaklaşırsa gölgesi (masiva) o kadar büyür; ışığa ne kadar yaklaşırsa gölgesi o kadar küçülür, hatta belli belirsiz bir hal alır. O halde hakiki âşık sevgiliye yaklaştıkça küçülen, kendinden geçen, mahviyet gösteren âşıktır. Tıpkı Allah’a yakın oldukça küçülen, tevazu ve hiçlik kazanan kul gibi. İşte bu küçülme ve kendinden vazgeçme halidir ki hem âşıkı, hem de kulu sonunda "fenâ (Sevgili’de yok olma)" makamına eriştirir, ikilik ortadan kalkar, vahdet gelir, âşık yok olarak hakiki var oluşa erer, orada hayat sürmeye başlar. Ezcümle insan abd (aşk) mertebesi için yaratılmıştır. Bu yolda âbid (âşık) olması için seçilmiştir. Hiç olmazsa müteabbid (âbidlere özenen) olması kendinden beklenir. Riyakar âbitlik ise en kötüsüdür. Galiba Hamdullah Hamdi bu yüzden, "Ey kullarına lutf u kerem edici Kerîm / Göster bu abd-ı kemterîne râh-ı müstakîm (Ey kullarına bağışları bol olan Allah, bu kuluna da doğru yolu bağışla!)" şeklinde yakarıyor. Aşkî ise "Sultân-ı aşka kul olalı pâdişâlarız!" dediğine göre, işi kavramış. Ne diyelim; âzâd iken esir olun inşallah!..
İskender Pala
Makale içinde yayınlandı | Yorum bırakın