”Tarihten bazı adamlar var. Onlar benim arkadaşım gibi. Hatta öyle düşünüyorum ki öldüğümde cennetin kapısında beni karşılamaya bir grup insan gelecek. Onlar Baki, Fuzuli, Nedim olacaklar.”
Aşkı farklı suretler ile ifade eden, içine derin manalar katarak anlatan biri İskender Pala. Bunu yaparken hem divan edebiyatını bir nakış gibi işliyor, hem de aşkı sonsuz bir derinlikle tasvir ediyor. Bir de onun kitaplarını okuduğunuzda sanki bu devirde yaşamadığını düşünüyorsunuz. Gazeller, beyitler, tasvir edilen zaman, kitaplarının kapaklarını süsleyen gravürlerle sanki bedeni günümüzde ama ruhu ve aklı, geçmişte yaşayan biri gibi. Şimdilerde yeni bir kitabı çıktı Katre-i Matem. 1729 yılının İstanbul’unu, lale, cinayet ve aşk üçlemesiyle anlatıyor roman… Yıllardır dilinden, gönlünden, fikrinden aşk’ı düşürmeyen yazar bunları ne için yapar, aşka aşık olduğu için mi yoksa…
Nereden geliyor bu Divan aşkı?
Üniversite’de bir yıl boyunca tarih kitaplarını yastık edinerek uyudum. Osmanlı tarihi ile ilgili ne kadar kaynak varsa okudum. Kim yalancı, kim doğru söylüyor biliyorum. Madem ki tarihten adamlarla ilgileneceğim o zaman o adamların nasıl yaşadıklarını, ne yediklerini gece nasıl horladıklarını, gündüz nasıl fısıldaştıklarını bilmeliyim. Bunu bildiğinizde tarih size büyük bir koridor açıyor. O koridorda öyle desenler, renkler, nakışlar var ki… Allah bana yaşadığım ömürde böyle bir iş verdi her zaman şükür ediyorum.
Çünkü sizin ki aşk mesleği…
Evet. Gökkubbenin altındaki en eskimeyen şey aşk mesleği. Divan şiiri onun hasbahçesidir. İçine aşk giydirilmiş ne söz varsa ben onlarla haşır neşirim. Ömrüm bir bu kadar daha olsa yazacaklarım bitmez.
Siz uzun bir süre askeriyede bulundunuz. Bir yandan top tüfek, diğer yandan gül ile bülbül. İkisi bir arada nasıl oldu?
Statüko içerisinde, fakültenin koridorlarında profosör olmadım. O akademik dünya benim için sadece bir yoldu. Ama Deniz Kuvvetlerine gidince yelpazem genişledi. Hayatın statik olmadığını, hayatın nasıl aktığını orada öğrendim. Şöyle düşündüm; Yağ satarım, bal satarım ustam öldü ben satarım. Ustam ölünce benim satmam gereken bir yağım ve balım varsa, o zaman ustam ölünce benim de ölmem gerekir.
Ölmek istemediniz yani…
Evet. Ben de onun dışındaki bir alanda birşeyler elde etmek için çırpındım ve işin biliminden çok kültürüyle ilgilenmeye karar verdim. Bunu yaparken gül ile bülbül; top ve tüfek arasında kaldım bu doğru. Postalların ve silahların dünyasında nefes almak için kendimi gül ve bülbülün dünyasına attım. Üniforma beni cendereye sokarken, akşam üniformayı çıkarır çıkarmaz ruhumu besliyordum.
Aşkı anlatışınıza insanlar aşık oluyorlar… Keramet aşkta mı yoksa sizde mi?
Yaşadığım süre içinde geçmişin içerisinde sevdiğim, aşık olduğum ne varsa insanlar da onu tanısınlar istiyorum. İnsanlara sevgililerimi sunuyorum. O benden değil, divan şiirinin kendisinden. Eğer bizim tarihimizde güzel bir şey varsa onu alıp geleceğe köprü olayım istiyorum.
Sizde var olan bu ‘aşk’ aşkının ne kadarı sizin tecrübeniz?
Aşkın cahili bir insan değilim. Tecrübem bu çağın gençlerinden çok daha derindir. Benim dönemimde aşık olduğunuz kızın mahallesinden günde bir defa geçmek, aşkı içinizde çoğaltırdı. Bugünkü manada aşk hasreti olmayan, olmadığı için de ucuzlayan birşey.
Peki aşk sadece tecrübeyle mi bilinir?
Aşkın katmanları var. Anlattığım aşkın katmanları arasında birikimim tecrübeden daha çok bir bilgidir. Tecrübe birikimi ise hepsine uyarlayabileceğim bir şablondur. İlahi aşkın da, tensel aşkın da, bilim aşkının da, meslek aşkının da ne olduğunu okuduklarımdan ve araştırdıklarımdan biliyorum.
FUZULİ, NEDİM, BAKİ BENİM ARKADAŞLARIM
Ama aşık oldunuz…
Bütün aşklar birdir ama görüntüsü binlerce türlüdür. Aşkı yaşadım o benim eşim, üç çocuğumun da annesidir. Aşk- ı mecazi, aşk ı hakikiye inklap etme yoludur. Ben aşk yaşadım doğrudur ama katmanları anlamak için aşık olmak yetmez.
Ne gerekir?
Uzun yıllar dirsek çürütüp profösör olmanız gerekir. Yani çok çalışmanız gerekir.
Ama o ünvanı kullanmıyorsunuz…
Çünkü insanlarla profösör olarak konuştuğunuz da sizinle kendi arasına bir mesafe koyuyor. Ama ben öyle yapmadım. Seminerlerime gelen insanlar yerde oturup dinliyorlar beni. Beşyüz kişilik bir salon bazen binbeşyüz kişidir. Birbuçuk saat hangi profösör ayakta beklenir?
Peki o insanlar sizce neyi bekliyor?
Beni değil, anlattıklarım onların kaybettiği şeyler olduğu için bekliyorlar. Ben anlattığımda bir zamanlar yitirdikleri, hafızalarındaki birşeyi hatırlıyorlar.
Aşkın rengi neden kırmızıdır?
Bizim kültürümüz de öyle. Çünkü aşk kan demektir. Ama Uzak Doğu’da aşkın rengi pembedir.
Kan ile aşkın nasıl bir bağlantısı var?
Kan aşk demektir. Tarihte sevgililer, sevgisini göstermek için kanlarını akıtırlarmış. Aşkın gücünü anlatmak için ya kendilerine şiş sokarlarmış ya da bileklerini keserlermiş.
Sizin aşk bitkiniz hangisidir?
Gülü tercih ederim. Kırmızı gül. Gül benim için Hz. Muhammed’dir.
Lale de Allah’ı temsil eder…
Şüphesiz ama lalenin vahdaniyetine giden yol güldür. Ben onu çok severim.
Zaten gül ile bülbül hiç hayatınızdan çıkmıyor…
Evet. Gül ile bülbül, sevgiyle uğraşıyorsunuz üzerine bir de para veriyorlar. Kaç kişiye nasip olur böyle bir yaşam. Tekrar bir hayatım olsa ‘kim olarak ve ne yaparak yaşarsın’ deseler beni yine ben olarak bu işi yaparak yaşamak isterdim.
Siz bizim hissetmediğimiz neyi hissediyorsunuz da yaptığınız iş size kendisini bu kadar sevdiriyor?
Bir gün Alay Köşkü’nde oturup musiki dinlerken içimden şöyle geçti; ‘Ey İskender Pala bir zamanlar senin oturduğun yerde devrin hükümdarı oturuyordu, vezirleri de yanlarındaydı. Onların oturduğu yerde oturup onların dinlediği musikiyi dinliyorsun’ diye kendi kendimi ikaz ettim.
Neyin ikazı?
Bu şu demek; Allah ruzi ezelde ‘bana kalemi kendin al kaderini kendin yaz’ deseydi bu kadar güzel yazamazdım. Onun için divan edebiyatıyla uğraştığım için her zaman şükür ediyorum. Benim kimliğime çok uygun. Bu nedenle gerek aşka bakışım, gerek dünyaya bakışım başkalarından farklı.
Bedininiz burdayken ruhunuzu geçmişte bırakmak. Nasıl bir yaşam bu?
Tarihten bazı adamlar var. Onlar benim arkadaşım gibi. Fuzuli, Baki, Nedim… Onlar bu zamandan sıkıldığımda meclisinde oturabildiğim ve kendileriyle birlikte olmaktan bahtiyar olduğum insanlardır. Hatta öyle düşünüyorum ki, öldüğümde cennetin kapısında beni karşılamaya bir grup insan gelecek. Onlar; Baki, Fuzuli, Nedim olacaklar.
EN İYİ SÖZLERİ ESKİ ADAMLAR SÖYLEDİ
Ne diyecekler size?
‘Gel bakalım hayırlı evlat sen ne güzel şeyler yaptın’ diyecekler. Bu kadar tarihin içindeyim. Ama ben gençlere birşeyler vermek istiyorum. O yüzden saçlarımı uzatıp kot pantalon giyiyorum.
Tarihle bu denli iletişim sizi çağın gerisinde bırakmıyor mu?
Tarihin içerisindeki bir takım güzellikleri almak gericilik demek değildir. Bilakis ben sırtımdaki heybeme güzellikleri koyuyorum ki geleceğe doğru adımlarım sağlamlaşsın. Bugün dünyada pek çok insanla karşılaşıyorum ve gençlerin halini izliyorum. Bizim gençlerimiz kadar geleceği kurtaracak, dünyaya güzel şeyler bağışlayacak başka bir gençlik yok. Fakat gençlerimiz maalesef kendi geçmişlerinin güzelliğinden bihaber. O yüzden daha ürkek davranıyorlar.
Tam olarak neyin bilinmesini istiyorsunuz?
Ben insanlara ‘bakın sizin onyedinci göbekten dedeniz şöyle yapardı. Onaltıncı göbekten nineniz şöyle davranırdı’ diyorum. Bunu okuyan insan aynı sahnenin izdüşümünü kendi hayatında bulduğunda ‘ninem böyle bir durum karşısında böyle davranırdı’ diyebilecek. Bu göstergeleri onlara söylemekle yükümlüyüm.
Peki Divan Şiirini bırakıp roman yazmak sizin işiniz mi?
İşim… Ben divan şiirini romanla tanıtmam gerekiyorsa roman yazarım. Müzikal ile tanıtmam gerekiyorsa müzikalini yaparım. Eğer bir film çevirilecekse senaryosunu yazmak isterim. Çünkü Divan Edebiyatı bizim atalarımıza ait sosyoloji, hayat bilgisi, hukuk, yaşayış düzeni, psikoloji, dini içine alıyor. Çünkü atalarımız bundan ikiyüz sene önce birşeyleri şiirle ifade etmeyi önemserlerdi. O da Divan Edebiyatıdır. Yıllardır bunu anlatmaya çalışıyorum. Divan edebiyatı birkaç şairin ağızında gevelediği dize değildir. Divan edebiyatı hayatın ta kendisidir.
Sizin öneriniz nedir?
Ben de diyorum ki; bu kadar süfli işlerin arasında sizi anlamlandıracak bir kaç dakikanız olsun. Çünkü sadece kaştan, gözden ibaret, yürüyen bir kütle değiliz. Bu maddeye karşılık bir ruh var. Hep midemizin peşinde koşuyoruz ama zihnimiz aç kalıyor. İstiyorum ki insanlar soyut olan taraflarını biraz daha ortaya çıkarsınlar. Çünkü bir günbatımını bir divan şairinden kimse iyi anlatamaz.
Yetmişin üzerinde kitap yazdınız. Tükenmediniz mi?
Ben yıllardır gazetede yazı yazıyorum. Hiç birgün ne yazıcam sorusunu kendime sormadım. Eve gidip herhangi bir Divanı açıyorum ve fala bakar gibi karşıma çıkan ilk beyiti alıyorum ondan bir yazı çıkıyor. Bu kadar zengin ve tükenmeyen birşey.
Lale Devrin’den daha iyi durumdayız
Kitapta Lale devrinden bahsediyorsunuz ve günümüzün izdüşümü diyorsunuz. Peki farklılıkları var mı?
O gün de bugün olduğu gibi batıyla ilişkilenmek isteyen bir Osmanlı yönetimi vardı. Damat İbrahim Paşa’nın batıyla olan ilişkileri, elçiler göndermesi, matbanın kurulması, mühendis mekteplerinin açılması bugün bizim batıdan neleri almamız gerektiğini de sorgulatıyor. Ama o günün yöneticilerinin batı karşısındaki tutumları doğulu reflekslerine yenik düşmüştü.
Yani?
Bir doğu insanı gibi davranıp, batılı olmak istiyorlardı. Ama bugün öyle değil. Bugünkü devlet anlayışımız, ‘batı bizim için bir örnektir fakat biz iyi bir hayatı, batılı olmak için değil kendimiz için istiyoruz’ dur. Biz Avrupa Birliği’ne girmesek bile Türkiye’de demokrasi olması gerektiğine inanıyoruz. Lale Devri’nden daha iyi konumdayız.
Peki ya zengin ile fakir dengesi?
Lale Devri’nde zengin ile fakir arasındaki uçurum şimdiki gibi az miktarda değil, daha geniş bir kitleye dayanıyor. Bugün Türkiye’nin ultra zenginlerini saysanız, iki elin parmakları kadar olur. Ama o dönemde ultra zenginlerin sayısı neredeyse devletle iş yapan herkes kadardı. Artık Lale Devri’ndeki kadar fakirimiz yok ama zenginimiz de yok.
En büyük değişimlerden biri de İstanbul…
Elbette. İstanbul tarihi boyunca 1729 yılı kadar güzel olmadı. O dönemde Istanbul oya gibi bir şehirdi. Boğaziçinin her yani yalılar, kasırlar, köşlerle süslüydü. Haliç’in iki yanında bağlar bahçeler vardı. Napolyon’un ‘dünya tek bir devlet olsa başkenti Istanbul olurdu’ cümlesinin altında 1729 yılının İstanbul’u yatıyor. Biz Lale Devri’nin şu anda şehircilik mirasını tükettik.
O yüzden sizde minyatürlerden günümüze gelemiyorsunuz? Hasretten…
Katre-i Matem için konuşuyorsanız modern bir Mesnevi gibidir. Roman yazarken hikayelerin arasına derkenarlar yerleştirdim. Derkenarlar Mesnevi’deki gazeller gibidir. Mesnevi’de de okuyucuyu rahatlatmak için araya gazel konur. Eskiden mesnevinin içinde minyatür olurdu. Minyatür şu demekti; ‘resim söz için vardır.’ Söz esastır ve resim sözü anlatmak için bir vasıtadır. Yani ‘sen bütün yazılanları oku eğer dediklerimi hala anlamadıysan, o resme bak ne demek istediğimi anla’ demek istiyorum.
Kitabınızda lale mor renginde. Özel bir anlamı var mı?
Tamamen tarihi bir bilgi. Bugün laleyi onbeş renkte görebiliyoruz. Romanın geçtiği yıl yani 1729 yılında mor lale ilk defa bulunmuştu. Öncesinde çok fazla renk çeşidi yoktu. Laleye itibar artınca bahçevanlar, lalezarlarında farklı renkler üretmeye başladılar. Benim olayı anlattığım yılda da morun en koyu rengi üretilmişti. Eğer o renk lacivert olsaydı ben lacivert laleyi kullanacaktım.
Hollywood Katre-i Matem’i ıskalamayacak
Bu kadar kitabın ardından neden roman yazdınız? İhtiyaç mı?
Kişisel anlamda böyle bir ihtiyacım yok ama ilk romanımı Divan Şiiri’nin romana ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için yazmıştım. Ben divan edebiyatının misyoneri gibi hikayelerini, denemelerini ve araştırmalarını yapan biriyim. Son bir kaç yıldır İstanbul’da lale şehrin kimliğine ağırlık katmaya başladı. İkinci romanı da laleyi anlatmak için yazdım.
Katre-i Matem kitabında sizin romancılığınız eleştirildi. Mekan ve kişi tasvirleri zayıf gibi… Bu eleştirileri göze almış mıydınız?
Roman konusunda yazdığımın elbette bir Dostoyevski romanı veya bir Madame Bovari tahlili içerisinde olmadığını biliyordum. Çünkü çağa uygun davranıyorum. Ben işin içine cinayet katmadan bir aşk romanı da yazardım. Anlattığım derin aşkı isteyen bin okuyucu bu romanı okurdu. İtiraf ediyorum ben popüler davrandım. Çünkü çok okunan bir roman yazmak istedim.
Sebebi ne?
Daha fazla insana ulaşmak için. Kitap kapağı da benim önceki kitaplarımın kapaklarından farklı. Diğer romanım ‘Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk edebi olduğu için İngilizceye çevrilememişti. O yüzden ben de bu kitabımda üslup yapmadım. O sebeple romancılığımın eleştirileceğini biliyordum.
Okuyucuyu hayal kırıklığına uğratırım endişesi yaşadınız mı?
Açıkçası korktum. Çünkü ben romancı değilim. ‘Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk’ çok okundu. İnsanlara verecek olduğum yeni roman hayal kırıklığına uğratırsa bana yazık olurdu. Bir kişinin itibarı kitaptan çok daha önemlidir.
Katre-i Matem bir film olursa yönetmeni kim olsun istersiniz?
Bunu bilmiyorum. Ama bir Hollywood filmi olsun istiyorum. Çünkü pahalı bir proje. Kitabın yabancı dile çevrilmesi için teklif aldım ve Hollywood’un bu yapımı ıskalamayacağını düşünüyorum. Filmografi anlamında da üzerine düşündüm. Replikleri bile kendim yazdım.
Fotoğraflar: Sedat ÖZKÖMEÇ
KÜBRA&BÜŞRA İLE İKİDE BİR (Yenişafak Gazetesi Pazar ekinden alıntıdır.)
24.05.2009